Uzun süre kompleks yapmış konservatuvar kökenli olmadığı için, onu aşması çok zor oldu. Ama Los Angeles’ta iyi bir oyunculuk kursuna gitmişsin galiba?
Bir şey demeden, ağzının kenarıyla gülümseyerek bana baktı; gittim tabii, dedi, ama o da pazarlama sonuçta, burada öyle bir hale getirdiler ki o kursu, büyüttükçe büyüttüler. Nasıl bir şeydi, diye sordum. Çok yararlıydı aslında, dedi, ama şöyle bir şey oldu, bir ölüm acısını oynamam gerekiyordu; hoca dedi ki yakınlarından kim öldü? Babam, dedim. Neden onu kullanmadın oynarken, diye sordu. Bilmem dedim, anısına saygısızlık olacakmış gibi geldi, kullanmak. Saçmalama, dedi hocam, hayatın senin oyunculuk kütüphanen, lazım oldukça kitapları indirip kullanacaksın. Yapmadım. Böyle oyuncu mu olur allahaşkına?
Silsile nasıl gitti peki, diye merak ettim. Bir önceki gün, filmin bitmiş halini ilk kez seyrettiğini biliyordum Nehir’in. Önce duraladı yine, sonra çok beğendim, dedi, Ozan tabii o kadar ileride ki bizim sinemamızın geri kalanından, ben kendimi bile seyretmedim bir noktadan sonra, zaten bence filmin en iyisi İlker. Nehir’in oynadığı Ece karakterinin sıkışmışlığından, hayatındaki erkeklerin ona çıkış fırsatı bırakmamasından konuştuk bir süre. Sette diğer oyuncularla ve ekiple nasıl geçindiklerini merak ettim sonra; öncesinden tanışıyorlar mıydı, birbirlerine gıcık olmak, birbirini sevmek, iyi geçinmek, birbirlerinin oyunculuğuna yardımcı olmak gibi şeyler olmuş muydu? Gıcık olacak bir durum olmadı, dedi Nehir, zaten herkes bir şekilde birbirini tanıyor, üç hafta gibi bir zamanda filmin bitmesi gerekli, Ozan da sette ne istediğini çok iyi bildiği için çok keyifli geçti bütün çekim. Ben normalde kontrol delisiyimdir, diye ekledi, benden daha manyağı çıkınca ben çok rahat ettim.
Ozan’la ilgili bir gözlemimi sormak istedim Nehir’e; katıldığım çekimlerde ben de tanık olmuştum Ozan’ın milimetrik yaklaşımına – ışığın, kameranın yeri, oyuncuların pozisyonları, nereden nereye hareket edecekleri vs.; buna karşın, oyunculuğa çok az müdahale ediyordu. Bu durum oyuncular için önemli bir özgürlük alanı yaratıyor muydu? Tabii, dedi Nehir, ama çekime gelene kadar zaten karakterleri, durumları o kadar çok tartışıp incelemiştik ki, herkes filmin derinliklerine nüfuz etmişti bence. Bir sabah, güneş yeni doğarken setten çıkıp Ozan’m evine gittik topluca, diye anlattı, bir de baktım, mutfakta ben Ece olmuşum, o Cenk olmuş, kavga ediyoruz. Bir süre sonra Ozan’ın eşi uyandı, işe gidecek, uykusunu almış bir insan olarak bizim o halimizi görünce şaşırdı tabii, biz de birden kendimize geldik, çok komik oldu.
Nedir peki filmin derinlikleri, diye sormak zorundaydım tabii. Kibir, dedi Nehir, hayata karşı, insanlara karşı kibirlenirsin, ama bir yerde hayat üstün gelir. Ben bunu dışarıda uzunca bir süre kalıp geri döndüğümde çok hissediyorum, ama bir hafta geçince artık fark etmez oluyorum tabii. Kadınlı erkekli bir ortamda mesela, erkekler en zekice espriyi yapma telaşında oluyor, kadınlar söyleyecekleri her cümleyi üç kere düşünmeden konuşmaya başlamıyor ve başladıklarında da edaları şu, nasıl bir tepkiyle ya da tepkisizlikle karşılaşacaklarını çok iyi bildiklerini ama yine de konuştuklarını anlatan bir eda. Ben Ece’ye benzemiyorum, ama ben de bıktım hayatımızdaki bu kibirden; iyi, sakin, aşağıdan ya da yukarıdan bakmayan insanlarla çevrili olmak istiyorum artık.
İyice üşümüş, çokça kahve içmiş, Cem Yılmaz’la selamlaşmış, Ozan’dan “nerdesiniz? dublaj?” mesajları almaya başlamıştık artık. Kalktık; Levent’e kadar yürüdük. Kendi halinde, kafası herkes kadar karışık, kalbini herkesten biraz daha açıkta taşıyan, kibirli olmamaya çalışmasının bir tür kibir olarak algılanmasından korkan, her an atalete teslim olacakmış gibi görünürken kıyısından kıvrılıp çağıldamaya başlayan Nehir’le vedalaştık. O kendi kendini seslendirmeye gitti, ben onun seslerinden yazı devşirmeye.